BilimDinTürk Tarihi

MATBAA VE MELEKLER

Hüseyin Hilmi Işık

Mektep çocuklarını, “Avrupa’da matbaa yapılırken, kitaplar basılırken bizdeki sarıklı, sakallı, kara kafalılar, matbaa günahtır, gâvur icadıdır diyerek yaptırmadılar. Yıllarca geri kalmamıza sebep oldular. Müslümanlık, çöl kanunu, Türklüğe çok zararlı oldu” diyerek dinsiz, imansız yetiştirmek istiyorlar. İslâm düşmanlığı aşılıyorlar. İslâmiyet’e ilim, fen, ahlâk yolundan saldıramadıkları için böyle alçakça yalanlar düzüyorlar, körpe dimağları zehirliyorlar. Her iftiraları gibi bu sözlerinin de yalan olduğu meydandadır.

“Kara zihniyet” dedikleri İslâm âlimlerinin en yüksek temsilcileri olan Osmanlı şeyhülislâmlarından elli yedincisi Yenişehirli Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh), matbaa açmak, kitap basmak için kendisine sorulunca bakınız nasıl cevap vermiştir:

İbrahim-i Müteferrika adındaki Macar asıllı bir Müslüman, İstanbul’da 1139 [m. 1725]’de ilk matbaayı kurmak isteyince şeyhülislâma soruluyor: “Kitap basma sanatını iyi bildiğini söyleyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri âlet ilimleri kitaplarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtların üzerine basarak bu kitapların benzerlerini elde ederim dese, bu kimsenin böyle kitap basmasına İslâmiyet izin verir mi?”.

Şeyhülislâm Abdullah Efendi cevabında: “Kitap basma sanatını iyi bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtlara basmakla bu kitaptan az zamanda kolayca çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebep oluyor. Faydalı bir iş olduğundan, İslâmiyet bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir. Kitapta yazılı ilmi bilen birkaç kişi önce kitabı tashih etmelidir. Tashih ettikten sonra basılırsa güzel bir iş olur)” buyurmuştur.

Bu cevap Behcet-ül-fetâvâ kitabının “Hazar ve lebs” faslında yazılıdır. İslâm dininin ilme, fenne nasıl kıymet verdiğini göstermektedir. Matbaa 851 [m. 1447]’de, makinaları ise 1192 [m. 1778]’de keşfedildi. Kâğıt 130 [m. 747]’de keşfedildi.

Sultan İkinci Abdülhamid Han (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında yetişen din adamlarından Abdüllatif Harputî’nin (rahmetullahi teâlâ aleyh) 1330 [m. 1911]’da İstanbul’da basılan Tenkîh-ul-kelâm fî-akâid-i Ehl-i islâm kitabı, fen bilgilerini ve din büyüklerinin bunlar üzerindeki sözlerini uzun bildirmektedir.

Yüz elli üçüncü sahifede diyor ki: “Fen adamları, cisimleri ve cisimlerdeki olayları araştırır, inceler. Bunlar üzerinde deneyler yapar. Madde ve olayları anlar ve anladıklarını bildirir. Gördüklerinden, his ettiklerinden dışarıya çıkmazlar. Bundan dışarıya çıkan, vazifesinin dışına çıkmış olur. His olunamayan, incelenemeyen, deney yapılamayan konular, fen bilgisinin dışında kalır. Böyle konularda, fen adamının sözü kıymetsiz ve ehemmiyetsiz olur. Bir fen adamı, melek yoktur deyince, meleğin varlığı, fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü, fenne uyar. Fakat deney ile ispat edilemediği için meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa hiç kıymeti olmaz. Söyleyenin yüzüne çarpılır. Çünkü, bu sözü ile kendisi fennin dışına çıkmakta, fenne uymamaktadır. İncelemekle, deneyle varlığı anlaşılamayan şeyi inkâr etmeye, var olamaz demeye kalkışmak, varlığını fen göstermektedir demesi kadar yersiz ve fenne aykırıdır. Ruh, melek, cin, Cennet, Cehennem gibi, fen konusu dışındaki varlıkları madde ve olay sınırları içinde aramak ve deney ile anlamaya uğraşmak, fen adamına yakışmaz. Böyle varlıkları anlamak, mucizelerle, üstünlüğü belli Peygamberlere (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) bildirilmekle ve Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) işitmekle olur. Böyle bilgilere, “Ulûm-i nakliyye” denir. Bunlara “Fen bilgisi” veya “Ulûm-i akliyye” denmez. Bu bilgileri fen yolu ile anlamaya kalkışmak, ekmeği kulağına götürmeye, kulakla yemeği istemeye benzer). [Kendilerine Müslüman deyip sarık saran, namaz kılan bazı fen taklitçileri), yani zındıklar, böylece cinnin var olduğuna inanmıyor. İnsana cin çarpması masaldır. Fen asrında, böyle hurafelere inanılmaz diyor. Cin hakkındaki ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere, yanlış manâlar veriyor.]

Kur’an-ı kerimdeki fen ile anlaşılabilen bilgileri anlatan ayetlere, fen bilgilerine, fenne uygun manâ vermek caiz ve lâzımdır. Bu manâları da ancak İslâm alimleri, yani fen bilgilerinde mütehassıs ve dinde müctehid olan büyükler, müfessirler verir. Fen taklitçileri, Kur’an-ı kerime manâ veremez. Bunların Kur’an tercümelerine kıymet verilmez. Fennin, tecrübenin dışında olan, fen ile ilgisi olmayan ayet-i kerimeleri, fen bilgilerine uydurmaya kalkışmak, Selef-i salihinin tefsirlerini değiştirmek büyük suç olur. Böyle tefsir ve tercüme yapanlar kâfir olur.

Yetmiş üçüncü sahifede diyor ki: “Gök dürbünleri yapılınca görülen yıldızlar ile mikroskopla görülen küçük varlıklar daha önceki zamanlarda görülemiyor, varlıkları bilinmiyordu. O zaman görülemediği için bu varlıklara yok demek yanlış, haksız olduğu gibi, fen adamlarının bugünkü fen aletleri, fen bilgileri ile anlayamadıkları şeyleri ve hele fen, madde bilgisi sınırları dışındaki varlıkları inkâr etmesi, yok demesi de yersiz ve haksız olur. Fenne uymayan bir söz, bir cahil sözü olur.”

Velhâsıl, hakiki fen adamları her zaman İslâm dinine aşık olmakta, fen taklitçileri ise dini ve dünyayı anlayamayarak maddî ve manevî kıymetlere saldırıp, nihâyet göçüp Cehenneme gitmektedirler.

 

Batılı bazı bilim adamlarının Kur’an-ı kerime dair görüşleri için tıklayınız: link

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir